Aydın Yiğitliği ve Sorumluluğu

Sosyoloji - Cahit BULUT

Kimdir aydın? Anlamsız gelenekleri kutsayan zihniyete ‘hayır’ diyebilen kişidir her şeyden önce. Kuşkucudur, olup bitenleri evetleyen kişi değildir. Düşünüp taşındıktan sonra eyleme geçtiğinden korku barınmaz onda. ‘’Evetlerini “acabalar” ile desteklemeye çalışan kişidir, aldanması da zordur, aldatılması da.

İlkin Demokrat Parti (DP) ile başlayan, 12 Mart ve 12 Eylül süreciyle büyük bir dönüşüm süreci yaşayan Türk siyaseti, küresel aktörlerin istekleri doğrultusunda oturtulduğu rayda yoluna devam ediyor. Bu süreç bürokrasi+burjuvaziye dayalı egemenliğine son vermek, Türkiye’yi ‘Yeni Dünya Düzeni ’ne eklemlemek amacıyla planlanmıştı. Öyleyse yapılması gereken ilk iş karma ekonomiyi benimsemiş, kamunun öncülüğünde hızlı bir sanayileşmeyi savunan ulusalcı kadroların etkisizleştirilmesi gerekiyordu. Bu kadrolar başını ABD’ni çektiği “Sistem’in” işine gelemezdi. Çünkü sistem kendi dışındaki ülkelerin sanayileşmesini istemiyor, ürettiği ürünlere birer Pazar olmasını planlıyordu. Bunların aracılığını da rantiyer bir ticaret burjuvazisinin yaratılması, oluşturulması gerekti.

Türkiye’de, kamuya ait bütün kazanımlarının “ sat sat bitmiyor” mantığıyla yok pahasına elden çıkartılması, bazı siyasetçilerin günü birlik aldıkları bir karar değildi elbette. DP’nin iktidara taşınmasından bu yana bütün sağ-liberal partilerin uyguladıkları politikaların temelinde, sistemle bütünleşme ve Türkiye’de ranta dayalı bir ekonomi sistem tesis etmeye çalışmak olmuştur. Süleyman Demirel yönetimindeki AP’ni diğer sağ-liberal partilerden biraz ayrı tutmak gerektiğini düşünüyorum. Nihayetinde o da sistemin eklemlenmesiyle Türk siyaset hayatına girmiş bir partiydi. Fakat bu partinin bir özelliği vardı. AP’nin dışişleri bakanlığı uzun süre sistemin hiç sevmediği İhsan Sabri ÇAĞLAYAN gibi denge politikası takip eden birisiydi. Demir Çelik, Seydişehir Alüminyum tesisleri vb.gibi ağır sanayi tesislerinin SSCB işbirliği ile yapılması yumurtaların hepsinin aynı sepete konulmak istemediğinin bir ifadesi. 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinin Demirel’in başbakanlığı döneminde gerçekleştirilmiş olması da rastlantı olmasa gerek! Bu gün yaşadıklarımız ise aslında sistemin Türkiye’den tam olarak elde edemediklerini elde edebilme çabasının bir sürecidir.

Geldiğimiz nokta tüm ulusal KİT’lerin elden çıkartılması, kamuya ait arsaların talan edilmesi, ithalata dayalı dışa daha çok bağımlı ekonomi, yok edilme noktasına getirilen tarım ve hayvancılık, satılan kamuya ait sosyal tesisler, yabancılara emanet edilen hayati, stratejik kuruluşlar, yabancılara toprak satımı… Saymakla bitmez. Buna rağmen, yani satılan bu kadar kamu mallarından elde edilen gelire rağmen azalmayıp, artan dış borç ve sarmalı… İnsanın hafızalısı alamıyor!

Gelinen nokta “Saman mı, kapçık mı ?” tartışması! Eskiden demagojinin de bir seviyesi vardı! İşin özünü, yani sözde dünyada tarımda kendine yeten Türkiye gibi bir ülkenin, hayvan yemi konusunda yabancılara nasıl muhtaç bir duruma getirildiği değil de muhalefetin “cehaleti” oluyor.

Çok ilginç şeyler yaşamaya başlıyoruz gerçekten. Unutmamak için şu yazıyı yazdığım anda TRT Haber’de Ticaret Bakan Ruhsar Pekcan “ Demir yolarına daha çok ağırlık vermemiz gerekir.” Sözlerini duyunca hayrete düştüm. Yanlış mı duydum diye, yazı yazmayı bırakıp dikkat kesildim. Yanlış değildi duyduğum doğruydu. “Günaydın” demekten kendimi alamadım. Bütün sağ-liberal partiler tarafından “komünist taşımacılık” olarak nitelendirilen, ihmal edilerek taşımacılık içerisindeki payı nostaljiye indirgenen toplu taşımacılığın yeniden telaffuz edilmesi bile bir gelişme sayılır.

1928 yılında kurulan Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü aşı üretmeye başlamıştı. Bu konuda ciddi atılımlar gerçekleştiren bu kurum, bir taraftan halk sağlığına büyük katkılarda bulunurken, diğer yandan da üretmiş olduğu çiçek aşılarını ihraç edecek bir kuruma dönüşen bu Enstitü, uluslararası ilaç devleriyle de mücadele etmek zorunda kalmıştır. Nedense sağ iktidarlar bu kuruma hiçbir zaman sempatiyle bakmamışlardır.’ “Dışarıdan daha ucuza alıyoruz.” Mantığıyla 2004 yılında Aşı Üretim Enstitüsü, 2011 yılında da kurumun kendisi kapatılmıştır. Oysa en kolay yollardan üretilen tetanos aşısı bile bu gün dışarıdan ithal ediliyor!

Gelişmiş ülkeler, kendi çiftçisini, yerli ve milli sanayisini, tıbbi kuruluşlarını destekleyip geliştirirken başka ülkelerin benzer sektörlerini öldürüp yok etmeye çalışmaktalar. Böylece küresel ekonomiye bağımlı, onların denetiminde gelişen, taşeron bir ekonomiyi yaratmayı kendileri için daha uygun görmektedirler.

Tarhana Osman diye birisini duydunuz mu bilmiyorum. Asıl adı Osman Nuri Koçtürk. Onun yaşadıkları anlattıklarımı daha anlaşılır duruma getireceği için örnek olarak vermek istiyorum. O, ABD’nin paraya çeviremediği, bize kakalamak istediği hayvansal ve tarımsal ürünlerin zararlarına karşı mücadele etmiş, halkının yanında yer almış yiğit bir adın. Türkiye dayatılmak istenen gıda ve tarım politikalarına karşı çıkmış, süt tozunun kanser yapan afla toksin mantarı içerdiğini de ortaya çıkarmış bir bilim adamıydı. Yaptığı radyo programlarıyla toplumu soya yağına karşı uyararak, onlara tarhana tüketmelerini tavsiye ettiği için kendisine “Tarhana” lakabı takılmış. Emperyalistlerin bize dayattıkları zararlı yiyeceklere karşı verdiği mücadeleden, radyoda yaptığı programlardan dolayı Konya’da suikastta uğrar. Amerika nere, Konya nere demeyin. Sistemin her yerde görülen ve görülmeyen elemanları ve işbirlikçileri vardır. Tarhana Nuri 1962 yılında Soya Birliği’nin davetlisi olarak ABD’ye davet edilir. Onun düşüncelerini değiştirmeye çalışırlar. Çünkü bu gün olduğu gibi dün de Türkiye onlar için iştah kabartan büyük bir pazardı. Fakat Tarhanacı kendi halkının bir aydını olduğundan düşüncelerinden vazgeçmez. Ölümle tehdit edilir, o aydın yiğitliğiyle karşı koymaya çalışır. Meksika’nın hibrit ‘Sonora’ buğdayının da Türkiye’ye girmesine karşı mücadele verir. Profesör yapılmaz. Radyodaki programlarına son verilir.

1966yılında, tabi senatör Haydar Tunçkanat’ın basına yaptığı CİA ile ilgili açıklamalarda pasifize edilmesi gereken, istenmeyen adamlar arasında Osman Nuri’nin de isminin olduğunu söyler. O kadar yol ve yöntemler var ki akıl erdirmek alası değil. Dünyada yaşanan olayları ve Türkiye’deki kaset olaylarını hatırlarsanız ne demek istediğimi gözlerinizin önüne getirebilirsiniz.

Küresel sistem bütün dünyada böyle çalışıyor.

Eskiler bir ülkenin “baskı ve zulümle değil müdhâne-i Alimân ( bilginlerin dalkavukluğu) ile yıkılacağını söyler. Yine eskiler “Bilimsel rütbenin” en büyük rütbe (rütbet’ül ilm-al-rüteb) olduğunu vurgular.

Tarihte, Tarhanacı gibi yiğitlik ve sorumluluk gösteren, erdemli bilim adamlarının yanında, korkaklık ve kişisel çıkarları için dilini yutmuş sözde bilim insanları da yok değil!

Tarih bu tür “kelle koltukta” mücadele veren bilim insanlarının yanında; ödlek, çıkarcı, dalkavuk, pısırık bilim kişilik-sizlerin de sahnesi olagelmiştir. Uzak tarihten de birkaç örnek vermek istiyorum.

Örneğin Mâveraünnehir’de XV. yüz yılda Uluğ Bey zamanında Matematik ve Gökbilim okutan Bursalı bir bilgin vardır. Adı, Kadızâde-i Rumî.  Havadan sudan nedenlerle bir arkadaşın görevinden el çektirileni görünce protesto amacıylaişini bırakıp evine çekilir. Uluğ Beyi’n bütün ısrarlarına aldırmayarak arkadaşının zulme uğradığını, geçerli eğitimin istedikleri gibi olmadığını belirterek göreve dönmemiştir.

1351-1431 yılları arasında yaşayan Molla Fenârî’nin kadılığı zamanında bir şahitlik için Yıldırım Beyazıt mahkemeye çağırılır. Molla Fenârî gece gündüz sarhoş dolaşan Beyazıt Han’ın şahitliğinin kabul edilemeyeceğini yüyüne yüzüne karşı söyler.

"Tazarrûname” adlı yapıtın yazarı Sinan Paşa Fatih Sultan Mehmet’in hışmına uğrayarak tutuklanır. İstanbul’daki bütün bilginler derslere girmeyerek, eserlerini yakacaklarını Fatih’e iletirler. Padişah Sinan Paşa’yı serbest bırakmak zorunda kalır.

Yavuz Sultan Selim’in ne kadar alıngan ve sert olduğu bilinir. O’nun hışmından çekinip korkmayan yoktur. Fakat o zamanın bilginlerin başı olan Şeyhülislam Zembilli Ali Efendi (1468-1526) Yavuz’un yüzüne “ Şeriattan ve hukuktan ayrılırsa onu tahttan indirmek için fetva vermekten çekinmeyeceğini.” Korkmadan söyleyebilir.

Yavuz bir ara Hıristiyanları zorla Müslümanlaştırmak ister. Ama Zembilli Ali Efendi Kur’an’daki “Lâ ikrahe fi din.”( Dinde zorlama yoktur) ayetini yüzüne karşı okuyarak karşı çıkmıştır.

Şeyhülislam Mehmet Bahai Efendi gibi devletin onurunu koruduğu içi sürgün edilmişbilginlerde yok değil. Ahizade Hüseyin Efendi, Hocazade Mesut Efendi, Seyit Feyzullah Efendi gibi şeyhülislamların siyasi otorite tarafından öldürüldüklerini de belirtmeliyim.

Bu olumlu örneklerin yanında Sevr Anlaşmasına “evet” deyip onay veren Şeyhülislam Eyüp Efendi gibi olumsuz örneklerle de çokça karşılaşıyoruz. Bu olay üzerine hanımı ona “ Efendi bu sözleşmeye onay verirken, saçından sakalından hiç mi utanmadın” diye tepki göstermiştir.

Kurtuluş Savaşı esnasında, Mustafa Kemal ve arkadaşlarına cephe alarak, hareketi boğmak amacıyla, iç isyanları körükleyen Dürrizâde Abdullah Efendi gibi şahsiyetler az olmamıştır.

Tarihteki ve günümüzdeki bilginlere bakarak onları iki bölümde toplamak yanlış olmaz:

1-Halkın, hakkın sorumluluğunu üstlenmiş eli öpülesi yiğit bilginler.

2-Ellerin, yüzlerine bile bakmaya tenezzül edemeyeceğiniz ödlek, pısırık, dalkavuk, çıkarcı, yalaka sözde bilginler.

Şimdi bu yazılanlar ışığında ekranlarda sürekli boy gösteren bilim adamlarını değerlendirmeye var mısınız!