Bertrand Russell’ın Mantık Ve Doğa İlişkisi ve Bu Bağlamda Kant Eleştririsine Dair Bir Deneme

Felsefe-Mantık - Furkan Yasin KÖZ

Russell’ın Felsefe Meseleleri (The Poblems of Philosophy) adlı eserinin “A Priori Bilgi Nasıl Mümkündür?” başlıklı bölümünde a priori sorunsalını mantık, matematik ve doğa felsefesi bağlamlarında ele almış olduğu gibi mantık ve doğa ilişkisini, kendi felsefi duruşuna yakın hissettiği Viyana Çevresi filozoflarından da ayrı bir konuma yerleştirmiştir. Bu kısa yazıda belirtilmiş olan ayrılığın tarihsel gelişimine veya Viyana Çevresi ile genel olarak hangi noktalar da ayrıştığına değinilmemiştir. Burada Russell’ın mantık ve doğa ya da mantık ve nesneler arasındaki ilişki ve yine bu bağlamda Kant’a yöneltmiş olduğu eleştiri ele alınmıştır. Öte yandan bu deneme, sadece Russell’ın bu eserine bağlı kalınarak yapılmıştır. Dolayısıyla, Russell’ın Logical Atomism kitabına ve Theory of Descriptions’ına bakıldığında burada yapılan açıklamaların ötesine geçilebilir. Ancak burada konu olabildiğince sınırlandırılmaya çalışılmıştır.

Russell’ın belirtmiş olduğu “A Priori Bilgi Nasıl Mümkündür?” bölüm başlığı ilk olarak Kant’ın “sentetik a priori yargılar nasıl mümkündür?” sorusunu akla getirmektedir. Ancak Russell Kant’ın iddia etmiş olduğu sentetik a priori yargıların geçerliliğini kabul etmese de belirtmiş olduğu a priori yargılar ve  onların ele alınışları, sentetik a priori yargıların özellikleriyle bir noktada benzer kullanmıştır. Bu benzerlik şudur: Bu yargıların nesneye uygulanması gerektiği ve ancak o zaman “gerçekliklerini” sağladıkları görüşüdür. Bu benzerliğe rağmen Russell, tam da bu noktada Kant’ı eksik bulur ve “[...] Kant’ın meseleyi hal şekli önsel [a priori] önermelerin alanını, haksız olarak sınırladığı gibi, o önermelerin kesin bilgisini izah teşebbüssünde de başarılı olmuyor”[1] olduğunu belirtir. Şimdi bu eleştiriye geçmeden hangi noktalarda hem fikir olduklarına, Russell’ın Kant’ı ele aldığı biçimiyle ele alalım ve yine bu bağlamda Russell’ın matematik, mantık ve doğa nasıl ele aldığını gösterelim.

Matematiğin önermelerinin bizzat bazı empiristlerin savunmuş oldukları gibi tek tek tekil nesnelerin benzerliklerinden tümevarım prensibiyle elde edilemeyeceğini Russell, Kant ile hemfikirdir. Bunun gerekçelerinden bir tanesini David Hume’un göstermiş olduğu gibi tümevarımın yine tümevarım ile bir ispatının mümkün olamayacağı şeklindedir. Diğer bir gerekçe ise, “iki kere iki dört eder” önermesi veya “bir üçgenin iç açıları toplamının yüz seksen derecedir” önermelerinin doğru olacağı bütün kiplerin ve örneklerin gözden geçirilmesinin “[…] (kesin bilgi yönünden) fazla bir şey kazanılmamasıdır.”[2] O halde bu tarz önermelerin evrenselliği ve de kesinliği deneysel önermelerimizden daha farklı bir yapıdadır. Ancak diğer yandan bu önermeler, deneysel önermelerden gerekçelendirilmeleri bakımından farklı içerikte olsalar da yine deneyime ve hatta mümkün deneyimlere uygulanabiliyor olmaları gerekmektedir. Kadıköy’de bir semtteki apartmanda oturan beş ailenin diğer apartmanda oturan beş aile ile toplamlarının on aile olabileceğini söyleyebiliriz. Aynı şekilde bundan yirmi yıl sonra yine beş aile ile diğer beş ailenin toplamlarının on aile olabileceğini de söyleyebiliriz, ancak doğal olarak bu on ailenin kimler olabileceğini söyleyemeyeceğimiz açıktır. Şimdi burada ele alınması gereken soru şudur: Nasıl oluyor da böylesi a priori bir önerme tek tek tekil nesnelerin kendilerine ve birbirleriyle olan formel ilişkisine kesin olarak uygulanabiliyor? Russell’ın ele aldığı biçimiyle Kant’ın nasıl çözdüğüne bakalım. Kant deneye dair bilgimizin iki kaynağı olduğunu belirtir. Bunlardan biri duyarlılıktır ve diğeri de anlama yetisidir. Duyarlık aracılığıyla nesneler (belirlenmemiş nesneler, çokluk/manifold) özneye verilir iken anlama yetisi aracılığıyla nesneler düşünülür (aslında çokluk bir kavram bağlamında düşünülerek nesne olur) veya kavramlar elde edilir. Bu bakımdan kavram ve nesne veya tasarım ve nesne birlikte kurulmuş olur. Burada anlama yetisi çokluğu birlik olarak düşünürken, nesneleri uzay ve zamanda düzenler. Doğal olarak matematiğin veya birçok a priori (Kant açısından sentetik a priori) önermelerin deneyime uygulanmasının bizzat nedeni, deneyimin veya nesnenin öznenin öznel koşullarıyla dışarıdan etkilenmesi sonucu ortaya çıkmasındandır ya da daha doğru bir ifadeyle deneyim, özneyi dışarıdan etkileyen şeyi kendi dolayımı ile üretmesi olduğundan a priori önermeler her türlü mümkün deneyime uygulanabilir.[3] Russell buraya kadar aktarılanı şu şekilde yorumluyor ve buna belli bir ölçüde hem fikir olduğunu belirtiyor:

“Madde ve duyu verilerini tartışırken gördük ki, fiziksel bir şey birleşmiş duyu verilerinden başka bir şey değildir; ve duyu verilerine fiziksel bir eşya ile kendi nefislerimiz arasında bir yöneliş fiile tesirden çıkmış gibi bakılır. Buraya kadar Kant’la uyuşuyoruz.[…] O diyor ki, deneyleyeceğimiz her şeyin, o şeye bizim a priori bilgilerimizle hamlolunan karakterleri göstermesi lazım olduğundan emin olabiliriz; çünkü bu karakterler bizim kendi doğamızdan çıkmış olduğundan bu karakterleri edinmeden hiçbir şey bizim deneyim alanımıza giremez.”[4]

Yukarıdaki alıntıda “o diyor ki” ifadesinden sonraki kısım aslında Russell’ın Kant’ın kendi yorumlamış olduğu biçimiyle argümana katılmayışının nedenidir. Çünkü burada görülen o ki, matematiğin, mantığın veya sahip olduğumuz her türlü a priori önermenin deneyime olan uyumluluğu ve gerçekliği öznenin deneyime kendinden katmış olduğu kurucu ilkelerinin yine bu a priori yargılarının da kurucu ilkeleri olmasından kaynaklanmaktadır. Doğal olarak bunun sonucunda, matematik, mantık vb. ilkelerimizin geçekliği realist bir biçimde değil sadece öznenin doğasından kaynaklı olduğundan hareketle, rasyonalist bir biçimde temellendirilmiş olmaktadır. Şöyle düşünebiliriz: Deneyim bize insanın tarihsel olarak entelektüel yetilerinin evrimleştiğini göstermiştir ve hatta insanın sadece entelektüel değil, fiziksel olaraktan da evrimleştiğini göstermiştir.  O halde bugün a priori bir gerçek olarak ele aldığımız ve ispatladığımız matematiksel önermelerin veya belli bir sistemdeki geometrik önermelerin ileride, kısa veya uzun bir tarih diliminde öznenin yetilerinin değişmesi bağlamında yanlışlanabileceğini mi iddia edeceğiz? Sanırsam matematikte ve geometride yapılan birçok ispatın değişmeyeceğini Kant’ta kabul etmektedir. Ancak Russell’ın burada bir hata yaptığını düşünüyorum. Kant’ın matematik ve geometri ve hatta mantığın ilkelerini deneyime uygunluğu konusunda Russell’ın ona atfettiğinin eksik olduğunu düşünüyorum. Çünkü Kant Saf Aklın Eleştirisi’nde B147’de ve ilerleyen bölümlerde, matematiğin ve onun önermelerinin deneyime uygulanmasının koşulunun şeye-bakış ve onun formları sayesinde olduğunu kabul ediyor; ancak empirik nesnenin bulunmayışı bağlamında bu önemelerin gerçek olamayacağını, sadece düşünsel ilişkiler olduğunu belirtmektedir. Başka bir ifadeyle matematiksel ilişkiler deneyimde görülmedikleri sürece gerçekliğinden söz edilmez. Bu ilkede veya pratikte her an a priori bir önermenin deneyimle her zaman uyumlu olmayacağını gösterir. Böyle bir durumda a priori olarak ele alınan önermenin aslında gerçek olmadığı ortaya çıkar. Eğer Russell’ın iddia etmiş olduğu biçimde uyumun kendisi tamamen öznenin öznel koşullarından gelmiş olsaydı, Kant’ın argümanında böyle bir ihtimalin bile ortaya çıkmamış olması gerekirdi.

Diğer yandan Russell’ın Kant’ı ele alış biçimini hatalı olmasına rağmen gayesi ve endişeleri bakımından değerlidir. Russell doğa ile mantık arasında bir ayrılığın olamayacağını vurgulamaya çalışmaktadır. Daha genel ve kapsayıcı bir biçimde söylemek gerekirse eğer; Russell akıl ile doğa arasında bir ayrılığın olmayacağını, aklın ilkleri ile doğanın ilkelerinin ontolojik bakımdan ayrı olamayacağını belirtmektedir. Aksi halde böyle bir ayrımın varsayımı veya varoluşu öznenin, doğayı ve onun nesnelerini bilebilmesinin imkânını ortadan kaldıracağı anlamına gelmektedir ki, bu da bilginin mümkünlüğünü ortadan kaldıracaktır. Ontolojik temelin olmayışı epistemolojik temeli de yerinden sarsmaktadır. Bu Kant’ın kurmaya çalışmış olduğu öznenin kurulumuna paralel bir yaklaşımdır. Aklı ve doğayı birbirinden ayrı olarak değil birbiriyle uyumlu olarak kurma çabasıdır. Bu haliyle Aydınlanma Felsefesi’nin ve onun 18.yüzyıldaki realist dönüşümünün de bir devamıdır. Bu dönüşüm çokluğun birliğini sağlayacak bir biçimde aklın da birliğini kurmak ve bunu doğadan akla ve sonra akıldan doğaya doğru gerçekleştirmektir.[5] Russell, akıl veya daha özelde mantık ile doğa arasındaki ayrılığa karşı çelişmezlik ilkesini ele almaktadır. Çelişmezlik ilkesi bize en temel de bir şeyin hem doğru olup hem de aynı zamanda aynı koşul bakımından yanlış olamayacağını gösterir. Başka bir ifade ile “bir şey hem var olup hem de var olmayan olamaz”. Russell bu kanunun sadece bir düşünce kanunu ya da yasası olduğuna karşı çıkmaktadır. Çünkü eğer bu ilke bir düşünce prensibiyle, sadece düşüncenin bu biçimde düzenlenebileceğini ama dış dünyanın veya doğanın pekâlâ bu ilkeye aykırı olabileceğini gösterir. Bu açıklama genelleştirilse, öznenin deneyimsel olan önermelerinden hareketle zorunlu çıkarılan bütün yargıları doğaya aykırı olabileceği gibi, öznenin doğayı anlayabilmesinin ve bilebilmesinin bütün kural ve koşulları da engellenmiş olmaktadır.

“Şimdi iki ilkenin bir düşünme kanunu diye anılmasını tabii gösteren şey, kendimizi bu kanunun zorunlu gerçekliğine, dışta bir gözlemden ziyade düşünmekle, tefekkürle ikna etmiş olmamızdır. Ağacın kayın ağacı olduğunu gördüğümüz vakit, onun kayın ağacı değil [kayın ağacı olmayan] olduğunu tespit etmek için tekrar bakmaya ihtiyacımız yoktur. Bunun olabilir olmadığını bize yalnız başına düşünme bildirir. Mamafih, çelişme kanunun bir düşünce kanunu olduğu yine yanlıştır.[…] Çelişme kanununa inanmak yalnız fikirler hakkında değil, eşya hakkında da bir inançtır. Binaenaleyh, bu inanış, eğer bir ağacın kayın ağacı olduğunu düşünürsek, aynı zamanda kayın olmadığını da düşünemeyeceğimize ait bir inanış değil, belki eğer ağaç bir ‘kayın ağacı’ ve aynı zamanda ‘kayın ağacı değil’ olamayacağına inançtır. O halde, çelişme kanunu yalnız fikirde değil, eşyada da geçerlidir.”[6]    

Bu bakımdan çelişmezlik ilkesi sadece aklın bir ilkesi olarak ele alınmış olsaydı ve doğa ile bir uyumu olmasaydı, doğada yanlışlandığı vakit bizim söyleyebileceğimiz sadece şudur: Biz bu prensibe göre düşünüyoruz ve bu prensibin dışında olan her şey bize anlamsız gelse de doğada bu ilkenin dışında işleyen süreçler de vardır; o halde bu süreçleri biz düşünmenin bir konusu haline getiremeyiz, çünkü düşünme prensibine aykırıdır. Russell’ın mantık ve doğa arasında bir ayrım görmediği açıktır, ancak dikkat edilmesi gereken nokta şudur: akıl ile doğa arasında böyle bir ayrımın olmayışı, deney ve deneyime bakılmaksızın doğaya dair her şey mantığın ilkelerinden veya salt düşünme yoluyla ulaşılabileceği anlamına gelmez, aksine doğadan hareketle bu ilkelere yönelebileceğinin ve tekrar bu ilklerden doğaya doğru bir bakışın olabileceği anlamına gelir; çünkü ilkenin gerçekliğini onun deneyim ile uyumu göstermektedir ve bu da gelecekte olabilecek her mümkün deneyimin bu ilkelere uygun olabileceği beklentisini uyandırır (mantık doğanın bir formu haline gelmektedir, form ve madde beraberdir).  Bu bakımdan da her bir deneyim bu ilkelerin gerçekliğinin sınanmasıdır. Öte yandan görülüyor ki, bu ilkelerin gelecekte mümkün deneyim ilişkisini önceden belirlemesi bakımından ilk başta verilen tümevarımın tümevarım ile kanıtlanamıyor olmasından hareketle a priori oldukları ortadadır. Ancak görülen o ki, bu yargıların yinede geçekliği a priori olması deneyimden bağımsız olarak gösterilebiliyor olması değil, aksine gerçekliğini Kant’a olduğu gibi bizzat deneyime uygulanmasından yani deneyim için olmasından almaktadır.

Sonuç olarak aklı doğa ile bir bütün ele almak, insanı ait olduğu doğadan koparmamak demektir. Bu insanın doğayı salt akıl ile bileceği anlamında değil, insanın doğayı bilme imkânının olduğunun ve mantıksal bir dünya/doğa tasarımını kurabileceği anlamına gelmektedir. Daha basit ifadeyle bilim yapabilmenin ve üretebilmenin epistemolojik ve ontolojik imkânıdır.

[1] Russell, Bertrand, Felsefe Meseleleri, çev. A. Adnan Adıvar, Remzi Kitapevi, İstanbul; s 135.

[2] Russell, Meseleler, s. 132.

[3] Russell, Meseleler, s. 133. Not: Felsefe Meseleleri’nde bu bölümde Russell tam olarak Kant’a ilişkin açıklamayı bu kadar uzun yapmamıştır. Ben biraz daha Kant’a dair açıklama yapma ihtiyacı düşündüğüm için konuyu bir iki satır Russell’ın ele aldığı biçimine kıyasla uzatmış bulunmaktayım. Diğer yanda a priori önermelerin deneyime uygulanmasındaki en temel nokta Kant açısından uzay ve zaman tasarımı ve şeye-bakıştır. Kant açısından gerek matematiksel olanın inşası gerekse fiziki olan nesnenin inşası öznenin şeye-bakışının bir formu olan uzay ve zamanda kurulmaktadır. Bu bağlamda Kant, açısından her türlü nesnel ve evrensel yargılarımızın en temel koşulu uzay ve zamandır.

[4] Russell, Meseleler, s. 133.

[5] Bu konuyla ilgili olarak Bknz: Erns Cassirer. The Philosophy Of The Enlightenment, çev. Fritz C.A ve James P. Pettegrove, Princeton University Press, Princeton/New Jersey, 1951, ss. 5-32

[6] Russell, Meseleler, ss. 136-137.