MAHREM DURUMLARIMIZ VE EĞİTİMDE ÇOCUKARIN MAHREM ALANLARI İLE İLGİLİ YASAL SIKINTILARIMIZ

Fikir Yazıları - NAZMİYE HAZAR

MAHREM DURUMLARIMIZ VE EĞİTİMDE ÇOCUKARIN MAHREM ALANLARI İLE İLGİLİ YASAL SIKINTILARIMIZ
Amerikalı bir oyuncu olan Danzel Washington’un “Sırf sosyal medyada paylaşmıyorsun diye, büyük planların olmadığı anlamına gelmez. Hayatını yaşa ve bunu gizli tut. Mahremiyet herşeydir” sözleri size ne anlam ifade ediyor? Dijital çağda her geçen gün mahremiyetin artış gösterdiği, modern toplum yapısının dünyanın tüm ülkelerinde yaygınlaştığı bir çağdayız. Kişisel ilişkilerin bile kişilerin kontrolünden çıktığı bir yüzyılın içerisinde yaşamaktayız. İngiliz Toplumbilim insanı olan Anthony Giddens’ın kitaplarının özellikle öznel yaşamdan toplumsal yaşamımıza büyük faydası olabilecek kaynaklar olabileceğini bugünkü konumuza ilgisi olanlar için tavsiye etmek istiyorum. Yeni dünyanın, yeni kapitalizmin ve pandemi krizlerinin toplum bilimlerine de yenilik katacak bir baskı olduğunun bilincinde olarak bugün toplum, kültür ve eğitim çatısı dışında alışkanlıklarımız içinde mahrem, mahrem alanı ifade eden durumlarımızı ifade etmeye çalışacağız. Dünyada modern toplumların cinsellik ve aşk ile ilgili kuramları ile farklı bir bakış kazandıran Anthony Giddens hepimizin aslında farkında olmadan bildiği ama ifade edemediklerine sözcü oluyor. Herkes sosyal medya ve sosyal çevre dışında doğrudan ya da dolaylı medya kanallarında aşkların ve duyguların karmakarışık olduğunu takip edebilmektedir. Bu yüzyılın beğenilmeyen özelliklerini şikayet eden insanların birçoğunun da farkında olmadan kendisinin de şikayet ettiği durumlara ortak olduğunu gözlemleyebilmekteyiz. Çocukların dijital mahremiyete ilişkin savunmasız kaldıkları yasal boşlukların olumsuz sonuçlarına tanıklık ettiğimiz günümüz şartlarında çocukların biz yetişkinlerin kalıntıları ile nasıl yaşam bulabileceklerini düşünmek gerekiyor. Toplumlarda mahremiyet algısı modernleşme ile değişse de tarihsel anlamda bu değişmelerin değerlerle can bulduğunu belirtebiliriz. Bu bağlamda toplumbilimcilerin mahremiyete önem vermesi topluma faydalı olacaktır.
Eğitimde mahremiyet konusu ile ilgili literatür incelemelerine bakıldığında bugünkü bilişim teknolojileri, “Z Kuşağı” ve “Z Kuşağı” ile iyi iletişim, etkili eğitim ve etkili öğretmenlik konu başlıkları içinde çok az sayıda uzmanın mahremiyet eğitimine önem verdiğini belirtmemiz gerekmektedir. Nitekim mahremiyet eğitiminin kapsamı, hangi yaşta başlaması gerektiği, nasıl öğrenildiği ve bu eğitimin bireye ne gibi etkilerle önem sağladığı hakkında pek konu gündemi yaratılmadığı için öğretmen farkındalığında da bu yönde eksiklikler olduğunun altını çizmemiz gerekmektedir. Bu eksiklik nedeniyle de ne yazık ki eğitimde asıl tartışılacak konular bunlar değildir sanırız. Oysa eğitimde her öğretmen eğitimde uzak hedeflerin asıl amaçları oluşturduğunu, yakın hedeflerin ise o uzak hedeflere eğitimcileri başarıyla ulaştıran birer basamak değerleri olduğunu ezber cümlelerle ifade edilebilmektedir. Değerler eğitimi kapsamında Türkiye’de son yıllarda bu tür konularla ilgili eğitim kurumlarında örtük müfredat kapsamı içinde dini değerlerin ve insani değerlerin önemine ilişkin hizmetlere emek vermeye çalışılsa da bu eğitim uygulamalarının da iyi bir toplum oluşumuna ilişkin ne derecede başarılı olduğunu bir neslin yetişkinlik döneminde ortaya çıkardığı toplum değerleri ile değerlendirmek mümkündür. Her geçen gün tacizlerin, tecavüzlerin, terör örgütlerinin, cemaat işlevleri ile dağılan zihniyetlerin dışında yasal haklara ilişkin haksızlık ve mağduriyet örneklerinin gazete köşelerinde ya da basın yayın organlarında haber paylaşımları dışında sosyal medya kanalları aracılığı ile topluma çabucak ulaştığını da bilmekteyiz. Peki, bu çerçevede suçlara ilişkin medyanın mahremiyetten yoksun olduğu birçok konu ortada olabilmekte iken; eğitimde mahrem ve mahremiyete ilişkin yeterli öz benlik, öz denetim ve öz değerlendirmeye ilişkin de olması gereken düzeyde miyiz acaba? Konuya sanıyorum mahrem kelimesinden başlayarak açıklık getirmek daha yararlı olacaktır.
Öncelikle mahrem kelimesinin de Arapça kökenli bir kelime olarak Türkçe dilimizde kullanıldığını, Arapça da “haram” kelimesinden gelen “mahrem” kelimesinin “ mahrum”, “hürmet”, “muharrem”, “tahrim” kelimeleri ile aynı kökten geldiğini belirterek bu hassas kelime ile ilişkili eğitim, çocuk ve sosyolojik kalkınmamız adına yasalarımızdan behsetmek istiyorum. Toplumda genel anlamda kadın ve erkek ilişkilerinde bir duvar çizgisi ören mahrem ve mahremiyet kavramları genelde cinsel dokunulmazlık çerçevesinde kullanılmaktadır. Fakat mahremiyet konusu ve mahrem dediğimiz konuların ayıp kavramı ile de karıştırıldığına tanıklık edebilmekteyiz. Mahremiyet kavramı ile ilgili kültür faktörünün önemli bir unsur olduğunu ve mahrem alanla ilgili farklılaşmaların kültür etkisi ile toplumdan topluma, ülkeden ülkeye farklı sınırlamalar ile varlığını sürdürdüğünü belirtebiliriz. Elbette toplumların dini inançlarının da mahremiyet kavramına ilişkin sınırlılıkların belirlenmesi açısından bir belirleyicilik hatta liderlik etkisi olabilmektedir. Nitekim coğrafik anlamda Anadolu topraklarından koptuğu belirtilen Kıbrıs Adası ile ilgili birçok dinsel inançların tarihi dokularda varlığını hissedebilmekteyiz. Tarihsel dokulardan bahsederken özellikle dinsel tapınaklarla ilgili her toplumda olduğu gibi tarihi değerlerde o coğrafyada yaşam sürmüş insanların inanç ve dini değerlerini hissedebilirsiniz. Dünyanın birçok ülkesinde farklı uygarlıkların, farklı medeniyetlerin ve farklı değerlerin farklı mezhepleri barındırdığını eğitim kurumları dışında en yaygın kitaplar ve sinema filmleri ya da dizleri izlerken fark edebilmekteyiz. Oysa her insanın yaşadığı topraklarda geçmişin izlerini gören gözlerle bakmayı bildiğinde bulabilmelidir. Nitekim Kıbrıs adasının belki de dünyada siyasi, jeopolitik, coğrafik önemleri dışında manevi anlamda da birçok topluma ev sahipliği yapması da bu adanın dünya milletlerince önemli olmasını turizm sektöründe hissettirebilmektedir. Öyle ya adanın Lüzinyanlar, Venedikliler, Romalılar, Osmanlılar, İngilizler derken birçok farklı kültürü ve birçok farklı toplum değerini barındırması adaya farklı zenginlikler katmıştır. Adanın kuzeyinde 1974 öncesi Kıbrıslı Rumlar ve Kıbrıslı Türkler bir arada yaşamaktaydılar. Bazı yerleşim yerleri karma, bazı yerleşim yerleri Türk Köyü, bazı yerleşim yerleri ise sadece Rum köyü idi. Ancak 1963-1974 yılları arasında iki toplumun kendi aralarında yaşamakta olduğu huzursuzluklar adanın bugünkü halini meydana getirmiştir. Bu çerçevede her iki toplumun da gerek ruhsal anlamda yaşadığı travmalar toplum ruh sağlına etki etse de adanın kuzeyinde özellikle savaş toplumu olan Kıbrıslı Türklerin yaralarını ve acılarını iyileştirmeye yönelik devlet politikasının geliştirilememiş olması elbette ekonomik bağımsızlık ve ekonomik güç durumunun yetersizliği ile de ilişkilidir kim bilir? Adada her iki toplumun da 1974 sonrası maddi manevi kayıpları olmuştur ve bu kayıplarla ilgili nesilden nesle devam eden bir mücadele olduğunu hissetmektesiniz. Toplumlar yaralarının acıları geçse de o izlerin etkisi ile özellikle Kıbrıslı Türk’lerin güven sarsıntısı bir çocuğun güven sarsıntısı kadar kurulan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Devleti’nin geliştirilme ve sürdürülebilirliği ile ilgili çabaları etkilemektedir. Her ne kadar mahrem olan bu konular örtülse de bu anlamda ciddi bir güçlendirme politikasının eğitim kurumları temelinde tüm kamu iş sahasına yayılabilir nitelikte bir destek ekibiyle atlatılabileceğini de düşünebiliriz. Bu yönde çalışmalar üreten üniversitelerimiz, derneklerimiz ve sivil toplum örgütlerimiz konu başlıkları farklı olsa da toplumu güçlendirici projeleri hayata geçirebilmektedirler. Fakat stratejik planlama olmadan sağlandığında takip ve sürdürülebilirlikle ilgili planlamada da sorunların temeli kopukluğu beraberinde getirmekte ve kararsızlık gibi bir durumla da yüzleşmek durumunda kalınabilmektedir.
1974 sonrası adanın güney kısmından kuzey kısmına yerleşen Kıbrıslı Türkler gibi Rumlar da evlerinden göç ederek mağdur olmuşturlar. Bu doğrultuda savaş sonrasında Rum halkının kaldığı birçok yerleşim yerinin 1974 sonrası adanın ikiye bölünmesi ve adadaki Kıbrıslı Türklerin farklı bir devlet kurma girişimleri Türkiye’nin garantör devlet olmasının gücü ve desteği ile gerçekleşmiştir. Nitekim bu çabalar ile birlikte her iki devlet de varlığını sürdürmek adına gerek coğrafik, gerek kültürel, gerek siyasi farklı yapılaşmalara doğru yol alınmıştır. Bir tarafta 1960’lı yıllardan beri var olan Kıbrıs Cumhuriyeti, diğer taraftan ise 1980’li yıllarda kurulmuş kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti. Elbette Kıbrıslı Türklerin var olma mücadelesi sabır ve metanet gerektirecek birçok zorlukla mücadele gerektirmektedir. Başta bir devlet olarak kendini dünyaya tanıtabilmekle ilgili umutların yüreklerde yer alması inandırıcı bir değer olmalıdır.
Kıbrıslı Türklerin adanın kuzey kısmına yerleşmesi ve kuzeyde olan Rumların Güney’e göç etmesi birçok ayrılıkların iki toplumda da yaşanmasına neden olmuştur. Kuzeyde olan Kıbrıslı Rumların ve Güneyde olan Kıbrıslı Türklerin köylerini, evlerini terk etmesi nedeniyle her iki tarafta da kendi inanç ve değerleri ile ilgili yeniden bir şekillenme ayrılık acılarıyla birlikte gelişmiştir. Bu farklılaşma ile ilgili adanın kuzey kısmında elbette daha yoğun bir farklılaşma olmuştur. Başta 1974 öncesi Rum köyü olarak bilinen köylere Kıbrıslı Türklerin güneydeki evlerini terk edip yerleşmek zorunda kaldığını bilmekteyiz. Bununla birlikte adaya 1974 sonrasında nüfus eksikliğini gidermek ve iş gücünü arttırmak amacıyla Türkiye’den gelen göçmen Türkiye kökenli ailelerin yerleştirilme süreci de bu adaptasyonun zorluğunu arttıran bir başka faktör olmuştur. Adada daha önce Rumların yaşam sürdüğü yerleşkelere Türklerin yerleşmesi ve uyum sağlaması pek de kolay sürmemiştir. Ne yazık ki başta bayramlarda kılınacak namazlar olmak üzere Kıbrıslı Türk’lerin ölülerini defin edecekleri zamanlarda bir ibadet alanının ya da yerinin olmaması toplumun bir kesimini büyük oranda manevi anlamda huzursuz etmiştir. Kısaca birçok yerleşim yerinde Türk toplumunun dini inanç ve ibadetlerini gerçekleştirebilecekleri İslam dinine mensup olmanın getirisi olarak ibadethanelere ihtiyaç olmuştur. Bu çerçevede her bölgede geçici de olsa bu yönde farklı alternatifler üretilmiştir. Konunun mahremiyet ile ilişkisini bağlayacak olduğumuz durum ise; bugün adanın kuzeyinde son on ya da on beş yılda yapılan camilerin güruh olduğunu ve bunlar yerine okulların yapılması gerektiğini savunan bir kesimin olduğunu bilerek toplumda bu olumsuz tutumlara ilişkin tepkilerin marjinal yaklaşımlar ya da ön yargılı tutumlarla adada kutuplaşmayı besleyen olumsuzluklarını giderici hiçbir ferahlatıcı girişimlerin de sağlanmamasıdır kim bilir? Bu kesimin de aslında derdinin camiler olmadığını, adanın kuzeyinde var olan okullaşma oranının artış oranın adadaki nüfus oranına nazaran yetersiz olmasından ötürü bir tepki olduğuna da açıklık getirmeliyiz. Çünkü 1974 sonrası devlet okulları adına okullaşma oranları incelendiğinde adadaki okullaşma oranının her geçen gün artan nüfusla birlikte azaldığı sonucuna ulaşabilirsiniz. Bu iki hassas konunun da birlikte tartışılmasına müsaade edilmesinin asıl nedeni eğitim ve din kavramı ile birlikte bu iki değerin bütçe kaynaklarının farklı kasaları barındırdığının topluma doğru ifade edilememesi toplumsal farkındalık ile ilgili bir sorun olarak nitelendirilebilir. Bu anlamda toplum değerlerinde mahremiyete ilişkin belki de 50 yıldır yapılması gereken ilk adımı yıllardır gasp ettiğimiz kiliselerin yerine camilerimizi yaptırmayı başararak gerçekleştirmiş olsak da hala daha kendi içimizde toplumsal barış ve huzura ilişkin kutuplaşmaları giderebilmek hususunda başarılı olunamamıştır. Çünkü şartlanmış ve kısıtlanmış bakış açıları iletişim kurulan birçok noktada olumsuz olarak toplumsal iletişimize hâlâ daha yansımaktadır. Dolayısıyla açık olmak gerekirse Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti olarak ilk defa hem kendi mahremiyetimiz hem de başka bir milletin mahremiyetine saygı duymak adına yeni yeni toparlamaya çalıştığımızı kabul de etmeliyiz. Yani yapılan adımların topluma sadece kendi ihtiyaçlarını giderici yönde olmanın da ötesindedir aslında. Bu yönde elbette Türkiye Devleti’nin maddi manevi katkısı olduğunu hepimiz kabul etmeliyiz. Ancak bu yatırımların Kıbrıs Türk halkı adına toplum yapısını değiştirme ya da bozma amacı olup olmaması ile ilgili toplumda kaygı ve korkusu olanların da rahatsızlıklarını doğru analiz edebilmemiz gerekmektedir.
Bu çerçevede gelinen son noktada birçok köyde var olan kiliseler uzun süre alt yapı ile ilgili camilerin yerleşim yerlerinde yapılandırılması tamamlana kadar Kıbrıs Türk halkı ibadetlerini buralarda yaşattığını belirtebiliriz. Ne yazık ki savaşın ardından bir cumhuriyet kurulma sürecine kadar birçok tarihi kilise ve tapınağın tahribata uğradığını da itiraf etmemiz gerekmektedir. İşte bu çerçevede toplumsal anlamda farklı bir dine mensup ibadethanelerin içinde barındırdığı şamdanlar, portreler, merdivenler, sandalyeler, kapılar, dolaplar ve bina yapılaşmasında var olan birçok tarihi ve kültürel değer denetim ve koruma bilinci gelişmemiş bir yapı nedeniyle ziyan edilmiştir. Bir taraftan kendi manevi değerlerini yaşatma ve var olma umudu ile dini inançlarını yerine getirmek amacıyla bir arayış içinde olan Kıbrıs Türk halkı diğer taraftan göç akımı ile birlikte yeni bir yerleşim alanına farklı bir ülkeden adaya yerleşenlerle de entegrasyon sürecini farklı iletişim sorunları ile de yaşamıştırlar. Burada ifade edilmek istenilen asıl olgu göç eden toplumların hak olarak elde ettiği bazı güçlerin orada yaşam sürmüş ve orada tarihi izleri ile hâlâ daha var olan tarihsel geçmişi anlamada da sıkıntıları barındırmaktadır. Şöyle ki; oldukça kıymetli olan dokuların zedelenmesine sebep olan durum aslında bir başka millete özgü mahremiyetin işgali olarak karşımıza çıkmaktadır. Elbette bu sonuçlar zarar vermek ya da tahribat oluşturmak amacıyla gerçekleşen davranışlar sonucunda ortaya konmamıştır. Maslow’un İhtiyaçlar Hiyerarşisi’nde de belirtildiği üzere bu durum aslında insanın temel ihtiyaçları nedeniyle bazı sosyolojik sorunları görememesi ve farkındalığın eksikliğinden kaynaklanabilmiş durumlardır. Bu anlamda bugün adanın kuzeyinde var olan tarihi dokuların restore edilmesi ile ilgili yapılan tüm çalışmalar bugün kendi olabilmeyi başarmış bir devlet olabilmenin gücü ile toparlanma eğilimi ile topluma olumlu yansıyacaktır. Bir toplumda toplumun var olan yanlışlarını açık ve net biçimde bir başka topluma ya da bir başka inanca özgü yanlışlarını özür dilemek mahiyeti ile ifade edebilmesi için ille de bu hataların ifadesinde açık dille söylemlerin olmasını ummamalıyız. Bazen zaman bize öyle şeyler yaşatır ki; ikili ilişkilerde bile kişi özür dilemeden kırdığı incittiği bir gönlü davranışları ile “yarım elma gönül alma” misali gönül kırgınlığını sonlandırabilir. Aynı durum devletler için de geçerlidir. Bugün adanın kuzeyinde ve güneyinde yaşayan her iki toplumun da birbirine ilişkin dil, köken ve din farklılığı olmasına rağmen hümanistik bir yaklaşımın iki toplumun iletişim kanallarında yaşam bulduğunu belirtmek de gurur vericidir. Bu anlamda mahremiyet eğitiminin toplumlara özellikle bu tür durumlarda büyük katkısı olabilmektedir. Çünkü kişi çocukluk çağında kendi mahremiyetini başkasının mahremiyetini eğitim kurumları aracılığı ile doğru anlamlandırdığı zaman bu değer matematikteki fonksiyonların işlevleri gibi karmaşık olan birçok şeyi bir araya getirerek bir şablon niteliği barındırır.
Örneğin 1974 öncesi var olan köylerin isimleri öncelikle Türkçeleştirilmiş ve bu Türkçe isimlerle ilgili tarihsel dokular ihmâl edilerek Türkiye’de var olan pek çok yerleşim alanının adı kullanılmıştır. Bu çerçevede uzun yıllar Kıbrıslı Türklerin bu mahremiyete ilişkin direncinde tarihsel dokuya saygı duyan bir toplum kültürü olduğu için yeni nesillerin bu yerleşim alanlarının unutulmaması ile ilgili edebiyatçıların, tarihçilerin ciddi çalışmalarla tarih kültürü ile ilgili bir başka millete ya da bir başka yönetime mensup olan, ancak yaşanmışlıklarında var olan değerleri koruduklarını belirtebiliriz. Mahremiyeti bu boyutta düşünecek olduğumuzda bu gizliliğin ortaya çıkması ya da bu gizliliğin açıklanması elbette yüzleşememekle de ilişkili bir durumdur. Zaman zaman Kıbrıslı Türklerin köy isimlerini eski adları ile dillendirmesi, her ne kadar Kıbrıs Cumhuriyeti döneminden kalan bir geçmiş olsa da bu gerçeğin nesilden nesle aktarılması toplumda bir takım kesimlerce yeni kurulan bir devlet olarak Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Devleti’nin mahremiyetini deşifre ettiği yönünde kutuplaşmalara neden olan fırsatçılara rağmen zamanla Kıbrıslı Türklerin bu mücadelesinin de bir var olma mücadelesi olduğu herkes tarafından anlaşılır bir duruma ulaşmıştır. Genel anlamda mahremiyetle ilgili özel alanda mahremiyet, kişisel alanda mahremiyet, bilgi mahremiyeti olmak üzere üç konu başlığı altında gruplandırılmaktadır. İnsanlık tarih boyunca mahremiyete önem verdiği gibi mahremiyetin ihlâli ile ilgili de savunma girişimini göstermiştir. Gelişen dünyanın etkisi ile teknolojinin tüm insanlığı esir ettiği sanal dünyada kişiler kendi sosyal ağlarında zaman zaman sanal mahremiyetleri ile ilgili yaşadıkları sorunlar nedeni ile insan haklarına ilişkin hukuki anlamda farklı yasal yaptırımlara da gereksinim duyabilmektedirler. Eğitimde burada bahsedilen konulara ilişkin farkındalık bilinci gelişmiş öğretmenlerin öğrencilerle iletişim içinde olması elbette toplumda bir takım sorunların oluşmasına mahal oluşturmayacak yazısız kuralların insanın insani değerleri ile yaşam bulabilecektir. Mahrem alan ile ilgili eğitimde öğretmen bilincinin öğrenci, veli, toplum dışında etkileri olduğunu kabul etmemiz gerekmektedir. Özellikle okullarda eğitim lideri olarak görev yapmakta olan okul yöneticilerinin çalışanlarla kurmakta olduğu iletişim, çalışanların iş performanslarının ölçütlerine ilişkin denetim ve bu denetim süreçlerinin değerlendirilmesinde uyumun sağlanmasına etki etmektedir.
Genel olarak öznel bir çerçeveden yaklaştığımızda kişisel alanın günlük yaşam içinde kişisel mesafeyi belirleyen bir unsur olduğunu belirtebiliriz. Psikoloji biliminin insanların kendilerini rahatsız hissetmesi için birbirleri arasında var olan mesafeyi kişisel alan olarak tanımlaması iletişim içinde insanların ilişkilerine de etki ettiği gerçeği ile dikkat çekicidir. Bu çerçevede eğitimde eğitimcilerin kaçının kişisel alan farkındalığı olup olmadığını sorgulamamız gerekmektedir. Hatta “Mahrem ya da özel alan ile ilgili hassasiyeti eğitim ortamında iletişim halinde olduğumuz meslektaşlarımız ve öğrencilerimiz ile ne derecede sağlıklı koruyabilmekteyiz?” sorusuna da dürüstçe cevaplar verdiğimizde zaman zaman sosyal alan, genel alan ve ortak alanlar içinde insanlar arası mesafede ne kadar bilinçli olduğumuz sorularına yanıtlarımız kifayetsiz kalabilmektedir.
Bilim insanları iletişim için oldukça önemli bir etkide olan insan davranışları ile ilgili araştırmalarını her geçen gün geliştirme çabası içerisindedir. Hollanda ‘da şehir planlaması için insanların huzurlu bir eşgüdümle toplum bütünlüğü ile yaşayabilmesi için bir şehir planlaması araştırması yapılır. Hollanda da şehir planlaması ile ilgili Eindhoven adlı tren istasyonundaki yayalar fizikçiler tarafından incelenmiştir. İnsanların birbirlerine çarpmalarını neyin engel olduğunu araştıran fizikçiler beş milyondan fazla yayanın hareketini altı ay boyunca çözmeye çabalamıştırlar. Kişisel alan insanın 75 santimlik bir daire çizilerek bu alan içindeki merkeze yerleştirilince bu alan kişisel alan sınırı olarak belirlenmiştir. Nintendo Wii bu araştırmama sonucu için oyun konsolunda kafa algılama sensörünü kullanmıştır. Tren istasyonu alanı içinde gidiş ve geliş olarak çok geniş olmayan iki yönlü bir koridor olarak test noktası olarak belirlenmiş olup; bu alandan geçen kişilerin birbirlerine en az 75 santim uzaklık ile zamanın büyük bir bölümünde mesafe koydukları araştırmada tespit edilmiştir. Araştırmada dikkat çeken bir diğer unsur ise bazı insanların birbirlerine yakınlaştıkları anlarda insanların birbirleri arasında olan mesafeyi korumak adına yönlerini bile değiştirdikleri de gözlemlenmiştir. Beş milyon yayanın araştırmaya dâhil olduğu süreçte dokuz bin çift talihsiz yayanın birbirlerine çarpışmaya doğru gittiği de araştırma sonuçlarında belirtilmiştir. Bu oran yüzdelik olarak %018’lik bir oran olurken; geri kalanların kazadan kaçındığını da tespit edilmiştir. Aynı şekilde Alessansandro Corbetta adlı bir araştırmacının Eindhoven Teknoloji Üniversitesi yaya dinamiği hakkında yapılan araştırmasında sadece kırk çiftin çarpışma eğiliminde olduğu, geriye kalan tüm çiftlerin yürüme yolunu değiştirerek en az 140 santimlik bir mesafelerle çarpışmaya engel oldukları gözlemlenmiştir. Bu anlamda Eindhoven tren istasyonunda var olan test koridorunda on bin kişide sadece on altı kişinin çarpıştığı gözlemlenmiştir. Araştırmacı yazarların yapmış oldukları araştırma sonuçları doğrultusunda elde edilen bulgular sonucunda yayaların hareket halinde iken; hemen hemen tüm yayaların karşılıklı rahatlık uzaklıklarını korumak ve çarpışmalardan korunmaya çalışmak niyeti ile yürüyüş güzergâhlarını devamlı değiştirerek ayarladıkları sonucuna ulaşılmıştır. Nitekim Hollanda da yapılan bu araştırmalar sonucunda şehir planlaması ile ilgili şehircilik planları yapılacaksa bu tip araştırmaların önemli olduğu ve bu tip araştırma bulgu sonuçlarının dikkate alınması gerektiğinin önemine vurgu yapılmıştır. Bu tür araştırmaların önemsenmesi hâlinde kamu tesislerine yönelik bu tür araştırmaların tesisleri daha iyi hâle getireceği; hatta akış mekaniği ile ilgili de bilgi sahibi olunabileceği sonucuna varılmıştır.
Yukarıda da belirtildiği üzere en yaygın olarak iletişim ile ilgili kaynaklarda en fazla okuduğumuz Amerikalı bir antropolog olan Edward Hall’ ın kişisel alan çalışması ile bugün modernleşen yeni dünya adına bir ihtiyacı kapatırcasına sosyolojik anlamda insanlığa katkı sağlayan bir araştırma olmuştur. İnsanın iletişim sürecinde ilişkilerinde onu rahatsız eden durumlar aslında kişisel tercihlerinde ona yakınlık derecesi ile ilgili alandan birilerini çıkarması, kendini çıkarması ya da rahatsızlanması gibi tepkiler olabilir. Nitekim iletişime başlarken kişinin mahrem alanını korumak çok önemlidir. Kişi kendi mahrem alanını koruyabildiği gibi karşısında iletişim halinde olduğu insanın da mahrem alanını koruması ve ihlâl etmemesi gereken bir özel alan olduğu bilincini saygı çerçevesinde koruyabilmelidir. Öğretmenler özellikle ilköğretim ve okulöncesi eğitim dönemlerinde okula yeni başlayan çocuklarla iletişim kurarken; çocukların mahrem alanlarını ihlâl etmeden onlara yanaşmalıdırlar. Nitekim duyu organlarımızdan dokunma duyumuz ile hissetme, burun ile koku alma, göz ile görme ve kulak ile işitme şeklinde kişisel alana duyusal bir süreç çerçevesinde etki edişi insan ilişkilerinin olumlu ya da olumsuz biçimde şekil kazanmasında iletişim ortamı sağlamaktadır. Bu anlamda bu ortam içinde kişiyi rahatsız eden durumlar onun bazı kişisel alanlarının işgal ya da ihlâl edilmesinden kaynaklanabileceği gibi kişiye bu rahatsızlığın saldırganlık gibi bir savunma mekanizması da oluşturabilmektedir.
Bu çerçevede eğitim kurumlarında da sosyal bir örgüt olarak kurumsal yapılaşmada çalışanların birbirleri ile ve çalışanların hizmet sağladığı veli ve öğrencilerle kişisel alanların saygınlığını bozmayacak bir biçimde örnek rol model olmaları topluma sosyal öğrenme adına da önemli bir değer katacaktır. Teknolojinin hızla geliştiği günümüz eğitim sistemi içinde teknolojinin mahrem alanları ( özel alanları) işgal etmesi son zamanlarda bilim suçları ile ilgili sınırların talebine ilişkin istekleri arttırmaktadır. Ancak bir takım şeyler yasalardan daha etkin olabilmektedir. Bu da eğitimin örtük bir biçimde topluma yansıyan değerleri ve kültür ile birlikte normatif yapılarıdır. Bu değerlerin topluma kattığı bilinç düzeyi yükseldikçe bu ihtiyaçların yasal çerçevesinin de amacını ortaya koymaktadır. Talep edilen değerlerin bilincine ilişkin durum elbette gözlem gerektirmektedir. Bu anlamda eğitimde saha çalışmaları ve gözlem araştırmalarının yanı sıra eylem araştırmalarına önem verilmesi elzemdir. Çocuk ihmâlleri ve istismarlarına yönelik de bir tedbir ve bir önleme niteliği taşıyan mahremiyet eğitimi devletin toplum huzur için yazılı yasalarının anlam ve işlev kazanması ile ilgili büyük bir önem arz etmektedir. Mahremiyet eğitimi denildiğinde “ özel bölge eğitimi” kapsamında çocuğun kendi ve başkasının özel alanlarını bilerek kendisine ve başkasına nasıl davranıp davranmaması gerektiği ile ilgili sınırlılıklar eğitim aracılığı ile aşılandırılabilir. Çocuğun vücudu ile ilgili vücudunun hangi alanlarının mahrem yani özel alan olduğunu fark etmesi onun özellikle dudak, göğüsler, popo ve bacak arası gibi bölgelerini koruması ve gizlemesi gerektiğini çocuk ilk ailesi ile vakit geçirdiği ev ortamında öğrenmektedir. Nitekim mahremiyet eğitiminin temel eğitim alanı çocuğu yetiştiren aile ortamında genellikle anne sorumluluğunda olabilmektedir. Eğitim kurumlarında mahremiyete ilişkin hassasiyetler çocukları eğitim sürecinde okumakta oldukları kitaplar, görsel materyaller ve araç gereçler dâhilinde sürdürülmektedir. Bu çerçevede Türkiye’de çocuk gelişim uzmanlarının yıllar önce “Yağmur yağıyor, seller akıyor, Arap kızı candan bakıyor” adlı şarkı sözlerindeki kız çocuğunun ırksal niteliğinin küçümseme ve ırkçılık içermesini zamanla “ Yağmur yağıyor, seller akıyor, komşu kızı camdan bakıyor” a dönüştürmesi gibi bir örneğini mahremiyete ilişkin halk dilinde kültür edinilmiş bir hatanın lekesi olarak değerlendirebiliriz. Bu tekerleme gibi mahremiyetle ilgili çocuğun sosyal çevresini algılama durumuna olumsuz etki eden örnekleri ile ilgili öğretmenlerin dikkat etmesi gereken birçok hususa dikkat çekilmesi gerekmektedir. Kendi yaşam deneyimlerimden örnek vermek gerekirse bu yıl kendi derslerimde çocukların dil becerileri ve ifade becerilerini geliştirmek amacıyla sınıf içerisinde kullanmakta olduğum yöntemler ve araç gereçler içinde bir tekerleme ile ilgili yaşadığım deneyimi sizinle paylaşmak istiyorum:
Bir sabah Türkçe dersi ile ilgili dil gelişimi etkinlikleri çerçevesinde “ Sümüklü Böcek” adlı tekerlemeyi çocuklarla söylerken; öğrencilerimden Açelya beni benim söylediğim tekerlemenin yanlış olduğunu, onun daha önceki ana okulu öğretmeninin o tekerlemeyi daha farklı söylediğini belirtmesi üzerine sınıfta birçok çocuğun öğrencim Açelya’yı desteklediğini fark ettim. Açelya konuşurken sınfta Açelyalar çoğalır gibi bir durum oluştuğunu hissedebiliyordum. Açelya diye bahsettiğim öğrencim sınıfta öz disiplini oldukça gelişmiş, okuma ve yazma becerisi dışında mantıksal matematiksel zekası oldukça gelişmiş, öz güveni gelişmiş, kendine güvenen, yardımsever, zeki ve çalışkan olmanın yanı sıra sosyal zekası da yaşının üzerinde gelişmiş bir öğrenci profiline sahip bir kız çocuğu ve benimle iletişim kurmayı da çok seven bir öğrenci. Açelya’nın bu yorumun üzerin ona “Doğrusu nasılmış küçük hanım? Hadi sen söyle” deyince Açelya mırıldanmaya başladı:
“Sümüklü Böcek,
Duvarda gezecek
Annesi onun dudağından öpecek…”
Bunun üzerine çocuk haklarına ilişkin henüz yeni yeni konuları da hayat bilgisi dersimize eklemişken; Açelya ve tüm sınıfa bazı sorular ve düşündürücü ip uçları ile felsefik bakış açısı geliştirebilecek bir sohbete başladık. “Çocuklar! Bu tekerlemede ben yanağından öpecek dedim; Açelya ise dudağından öpecek diyor. Sümüklü böceğin annesi onu dudağından öpebilir mi çocuklar?” deyince çocuklar birçok yorum yaptılar, kimisi sümüklü böceğin annesinin onun dudağını öpebileceğini gözünde canlandırırken; bazısı yanlış bulduğu yorumları söylemekten çekinmiyordu ve o gün küçük bir çocuğun yanlış bir kodlama ile tüm sınıf içinde özgürce konuşabilme cesareti onlardan gurur duymamı sağlıyordu. Fakat okulöncesi öğretmeni olan bir öğretmenin kalıp ve ezberle çocuk ruh sağlığı ve gelişimini ihmâl ederek çocuklara öğretilen tekerlemedeki yanlışı düzeltebilmekle ilgili mesajların silinmesi için benim tükettiğim çaba o çocuğun cesareti olmasa hiç bilmediğim bir yanlışın birçok öğrencimin zihninde olmasına sebep olacaktı. Nitekim belki o öğretmenin hata yapması çocukları şaşırtsa da öğrencilerimin birçoğunun mahremiyet ve mahrem alan eğitiminin farkındalığının onlara verdiği güçle onur duyuyordum. Eğitimde kullanılan maniler, görsel materyaller, öğretmenlerin ve yetişkinlerin birbirleri ile olan iletişim durumları aslında onlara rol model olan kaynaklar olup, yetişkinlerin kendilerini eksik olan yönleri ile ilgili iyi yetiştirmelerinin önemli olduğunu düşünmekteyim. Çünkü kendi mahremiyetini bilmeyen bir yetişkin anne ise çocuğuna, öğretmen ise öğrencilerine olması gereken düzeyde doğru bir model olamaz. Bu durum ile ilgili de elbette inançlar ve değerler sisteminin dışında bireyin yaşamakta olduğu toplumun toplum nitelikleri ve kültürel özellikleri birbirinden farklılık gösterebilir. Bu nedenle eğitimcilerin mahremiyet, mahrem alanlarımız ile farkındalık bilinçlerinin bilgi düzeyinden üst derecede yaşam becerisi ve öğrenme düzeyinin yaşama dair iz katacak belirleyicilikte olması gerekiyor.
Kişisel alan ile ilgili en yaygın çalışmaları ile bilinen antropolog olarak bilinen Edward Hall’ın kategorisine göre kişisel alan 4 kategoriye bölünmüş bir biçimde gruplandırılmıştır. Bunları şu şekilde sıralayabiliriz:
1. Mahrem Alan: Bu alana aile bireylerimiz olarak adlandırabileceğimiz annemiz, babamız, çocuklarımız bu alan içerisinde yer alabilir. Dirseğin gövdeye bağlı kalacak biçimde dikey olarak alındığı ve karşımızdaki biriyle tokalaşır gibi uzattığımız mesafe kadarlık alanı kapsamaktadır. Bu mesafe içine giren insanlarla olan iletişimimizde kişinin sesi, nefesi, kokusu bize oldukça yakındır ve bu mesafe çocukların haklarına ilişkin onlara bu yakınlıkta aile bireyleri dışında kimsenin olmaması yönünde telkin ettirilmesi de elbette eğitimciler için oldukça önem arz etmektedir.
2. Kişisel Alan: Bu alan ise kolun açık kapsamında oluşan mesafeyi içerir ve yeni tanıştığımız günlük yaşamımızda var olan insanlarla olan sınırı belirler. Bu alan 45 cm ve 125 cm arasında olan insanları içine alınmaktadır. Yani mahrem alan ile sosyal alan arasında kalan 80 cm’lik alanı kapsayan alandan bahsetmekteyiz.
3. Sosyal Alan: 125 cm ile 360 cm arasındaki mesafeyi kapsayan bu alana sosyal çevremizde alışveriş, banka,
4. Kamusal Alan: 360 cm ötesindeki insanlarla olan iletişim alanımızdır. Yani sosyal çevreden bir adım ötede olan alandır. Nitekim bu alanlar toplu alanları barındırmaktadır.
Eğitimde sosyolojik anlamda öğrencilerin sınıf mevcudiyetine ilişkin bir takım yasal sınırlamaların olabildiğini görmekteyiz. Ancak bu yasal haklara ilişkin fiziksel sınırlandırmalar ya da fiziksel anlamda öğrenci sayısının sahip olması gereken sınıf ya da okul ortamının yüzölçümüne ilişkin önemli detayın ihmâl edilmesi ile ilgili ne Türkiye’de ne de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde yeterli bir standardizasyona ulaşılmadığını görüyoruz. Bu anlamda okullaşma ile ilgili sıkıntılar içinde var olan temel sorunların öğretmen eksikliği, kırtasiye eksikliği, okul araç gereçleri dışında binalarda var olan kapı, pencere, sıra, sandalyelerin daha baskın olması modern dünyanın üzerimizde kurduğu baskılara rağmen hala ihmal edilebilmektedir. KKTC Öğretmenler Yasası ile ilgili ikinci kısım bölümünde yer alan “Öğretmen Kadroları ve Maaşları İle Öğretmenlerin Genel ve Özel Nitelikleri, Atanmaları, Onaylanma, Yer Değiştirme ve Yükselme İşlemleri” konu başlığında olanaklar ölçüsünde ilköğretim kurumlarında her 35 öğrenciye bir öğretmen; ve 35’ten fazla olması halinde her otuz öğrenciye bir öğretmen kadrosu açılabileceği belirtilmektedir. nitekim bu yasal açıklama ile ilgili de ilgili yasanın 7. Maddesinin birinci fıkrasında “olanaklar ölçüsünde” diye bir başlangıç konması bu olanaklarla ilgili kriterlerin herhangi bir standardizasyona bağlı olmamasından ötürü hem öğretmen hakları bakımından hem de öğrencinin eğitim hakkı bakımından sıkıntı yaratabilmektedir. Aynı sorunun yine aynı yasa içinde 7. Maddenin 2. Fıkrasının a bendinde orta, mesleki ve teknik öğretim kurumları için her derslikte 40’tan fazla öğrenci bulunmayacak ibaresi dışında her öğretmen ikiyüzelliden fazla öğrenciye ders vermeyeceği açıklanmaktadır ( Bknz. 25/1985 KKTC Öğretmenler Yasası ). 1985 yılından beri yürürlükte olan ve modern eğitim felsefesine klasik sınıf yapılaşması ile sınır koyan bu yasal sınırlılığın bürokratik anlamda eğitim sistemine zararları ile ilgili ne yazık ki herhangi bir çalışmanın olamaması oldukça üzücü bir durumdur. Sınıfların fiziki yapılarına bakıldığında 1980’li yılarda bazı okullarda 3 Kişilik olan sırların bugün en yaygın olarak çift kişilik sıraların mevcut olduğunu gözlemlesek de o zamanın alt yapı şartlarında sınıf içerisinde var olan ders araç gereçlerinin ve öğrenci nüfus niteliğinin değiştiğini kabul etmemiz gerekmektedir. Çok basit bir örnek vermek gerekirse bugün sınıflarımızda var olan akıllı tahtalar, beyaz tahta, ders köşeleri, kütüphane, raflar ya da dolapları vb. araç gereçleri dâhil ettiğimizde aslında çocukların öğrenim sürecinde eğitim haklarını yasal dayanaklarla ihlal etmekteyiz. Öğrencilerin kuşak farklılığı, ihtiyaçları, çevredeki değişim ve kültür değişimleri dışında yeni dünyaya rekabet edebilir bir eğitim felsefesi ile planları yapılmış olan eğitim ve öğretim programları, müfredatlarındaki farklılaşmalarını da dikkate aldığımızda KKTC’de bu yasada öğrenci haklarına ilişkin ciddi ihlallerin yasal olarak olduğunu görebilmekteyiz. Oysa yeni dünyada öğrenme farklıklarına önem veren eğitim felsefelerini düşünerek bir eleştiri yaptığımızda değişen aile yapısı, çevre etkisi, beslenme ve genetik faktörlerle birlikte özel eğitim alanının hızla gelişmesi bireysel eğitimin önemine vurgu yaparken; öğrencilerin aynı sınıfta özellikle ilköğretim kademesinde özel ders öğretmenlerinin aynı sınıfta uygulayacak olduğu aktiviteler, etkinliklerin hedeflenen kaliteye ulaşmasına engel olmasına da bir nedenin yasal bir güç ve tutanak olması eğitime yabancı olan uzman olmayan kişilerin bu ince çizgiyi de görmesine engel bir dayanaktır. Öğrencilerin özellikle ders sürecinde mahrem alanlarının ihlâl edilmesi başta yasal bir baskı iken; diğer taraftan sınıf yüz ölçümleri ve sınıf tanımlamalarının standardizasyonunun da hala daha sağlanamaması ile ilişkili bir sorundur. Gerek ilköğretim kademesinde gerekse ortaöğretim kademesinde özellikle nüfus yoğunluğunun yüksek olduğu sınıflarda eğitim amaçlarının gerçekleştirilme sürecine olumsuz etki eden bu durumun Yüksek danışma kurulunca değerlendirmeye alınması büyük bir ihtiyaçtır.
KKTC’de ilkokullarla ilgili sınıf mevcudu ile ilgili yasal anlamda bir girişim sağlanmasa da son yıllarda özellikle okulöncesi kurumlarında sayının 30’a gelmesi ile ilgili ilköğretim dairesi hassas yaklaşsa da bu hassasiyetin vicdan hassasiyeti olmadan yasallaştırılması gerekmektedir. Şöyle ki pandeminin de etkisi ile sınıf mevcutları düşük bir orana çekilmiş olmasına rağmen; genel anlamda da sınıf sayılarının ortalama 25 ile 28 arasında bir rakamla dengede tutulması ilgili bakanlık tarafından çabalanmaktadır. 1974 öncesi var olan binalarda sınıf yüzölçümlerinin mahrem alanla ilgili 12 kişilik öğrenci nüfusunu kaldırabilir biçimde var olduğu biliniyorsa; yine öğretmenler yasası kapsamında yedinci kısım bölümünde “Çeşitli Kurallar” başlığının altında bugüne kadar herhangi bir standardizasyon girişiminin özellikle fiziki ortama ilişkin sağlayamaması özel okullar ve devlet okulları arasındaki uçurumları da gözler önüne seren bir fark yaratırken kamu kurum ve kuruluşlarının devlet gücü açısından toplum gözünde de kalite anlamında itibarsızlaştırabilir. Bu nedenle birçok yasada olduğu gibi bu bölümdeki eksiklik de büyük bir eksikliktir. Bu çerçevede teknik kurul başkanı olan eğitim müsteşarının başkanlığını yürütecek olduğu kurul toplantısında liderliğinin önemine de vurgu yapmak gerekmektedir. Çünkü burada karara bağlanamayan durumlar Eğitim bakanının başkanlığını yürüttüğü Yüksek Danışma Kurulu’na sonuçlandırılması amacıyla gidecektir ( Bknz. KKTC Öğretmenler Yasası Madde 92).
TC Milli Eğitim Bakanlığı’na ait 17 Ağustos 2012 tarihinde sayı: B:08.0.Ö.Ö.G.0.06.02.010.06.01/8108 belge numaralı yönetmeliğini incelediğimizde Türkiye’nin 10 yıl önce var olan eksiklikleri ile ilgili ciddi çalışmaları olduğunu görmekteyiz. Dolayısıyla bugün KKTC’deki eksiklikleri değerlendirdiğimizde oldukça büyük eksikliklerimiz olduğunu kabul edebilmemiz gerekmektedir. İlgili yönetmelik incelendiğinde Türkiye’de okullaşma ile ilgili devlet okullarının kamu kurum ve kuruluşları esasları dikkate alınarak yasal anlamda kaç öğrenciye ne kadar tuvalet düştüğü, personel için kaç mutfak, tuvalet gerektiği yasalar kapsamında belirtilmektedir. öğrenci oyun alanlarının yüzölçümünün en az kaç metre kare olacağı, çocukların oyu odaları, kapı ve pencerelerin fiziksel görüntüsü ve büyüklükleri, sınıf duvarların boyu, müdür odasının, öğretmenler odasının, kütüphane, labaratuvar vs. açık ve net belirtilmektedir. Örneğin her labaratuvarda öğrenci başına 1.5 m2 m lik bir alan olma kısıtlaması belirtilmesine rağmen adanın kuzeyinde Avrupa birliğinden alınan hibe projeleri ile ilkokullar için labaratuvar odaları için sınıf oluşturmakla ilgili birçok okul zorluk yaşamıştırlar. Kapalı bir beden eğitimi alanının en az 80 m2 olması yönünde yönetmeliklerde açıklamalarını incelediğinizde adanın kuzeyinin 10 yıl sonrasında bile bu düzeyde olmaması içler acısı bir durumdur.
Çocuk haklarından bahsediyoruz, mahrem yerlerimizi diyoruz, mahrem alanımız diyoruz ancak çocuğun normal bir dersten beden eğitimi ve spor dersine geçme sürecinde mahremiyetini korumaya ilişkin soyunma odalarını bile çocuklara temin edemediğimiz gerçeği ile yüzleşiyoruz. Çocuklara sunulan soyunma odalarında ise çoğu zaman çocukların mahremiyetlerini sakınmak yerine birbirlerine fırsatçı zorba öğrenciler tarafından kurbanlarına zorbalık yapabilecekleri bir ortam hâline bile dönüştürüyoruz. Özellikle ergenlik döneminde hassasiyet gösterilmesi gereken hususları çocuklara sunduğumuz ortamlarla tehlike, kaza ya da istismar ortamına fırsat sunmayacak biçimde planlamalıyız. Okul bahçelerinde öğrencilerin oyun alanları ile ilgili yeşillendirme ve doğa ile bütünleşmeye yönelik toprak fakirliği karşılığında beton yığınları ile yüzleşme nedeni her geçen gün değişen ve gelişen dünyanın etkisinde kapitalizmin okulları da işletme zihniyetine büründürmesinden kaynaklanan sebeplerle yüzleşiyoruz.
Sonuç olarak görülmektedir ki mahremiyet bilinci önce devlet yapılaşması ile halka sunulmaktadır. Ardından yasalarla korunarak kişisel mahremiyet ve öznellik çapında yazılı olarak hukuksal hakları içinde barındırmaktadır. Ancak yazılı olan herşeyin yaşam bulmadığını kabul edebilirsek eğitimde mahremiyet, mahremiyet eğitimin toplumsal anlamda kalkınma ve insanlık adına olumlu etkileri olduğunu ifade edebiliriz. Eğitim yöneticileri ve okullarda okul liderliğini üstlenmiş tüm öğretmen ve eğitim miğferlerinin mahremiyet bilincinin geliştirilmesinin bir tekerleme, bir şarkı, bir oyun ya da bir fıkra seçiminde ne kadar önemli olduğunu kabul edebilmeliyiz. Yani eğitimcilerin sınıfta “Kral Şakir” çizgi filmini sadece Türk değerleri olarak çocuklara izletmenin yeterli olmadığını, oradaki argo kelimelerin yanlışlıklarını, tutum ve davranışlarda toplumsal anlamda var olan yanlışlarını da sınıfta amaçlı olarak tartışarak felsefik bir biçimde ders plan ve programımızı sürdürebilecek bilgi ve donanımda olabilmesi gerekmektedir. Dolayısıyla mahrem olan susmak olmadığı gibi susturulmuş olduğumuz durumlar da değildir. Belki de birçok toplum için mahrem olan saklanan eksiklerin doğru öğretilmesidir kim bilir?
Kaynakça:
Gelgez, 2022. Kişisel alan nedir? İnsanlar arası fiziksel mesafe ne kadar olmalı? Haber başlıkllı haber 29.02.2022 tarihinde https://www.gelgez.net/kisisel-alan-nedir/ adresinden alınmıştır.
tps://yandex.com.tr/video/preview/?text=kişisel%20alan%20nedir%3F&path=wizard&parent-reqid=1643536550646140-8755360867194995115-man1-0611-man-l7-balancer-8080-BAL-1016&wiz_type=v4thumbs&filmId=12914331027131190769
TC. Milli Eğitim Bakanlığı, Özel Eğitim Kurumları Genel Kurumları, Özel Eğitim Kurumları Standartlar Yönergesi
http://www.ozelokullardernegi.org.tr/Mevzuat/%C3%96ZEL%20%C3%96%C4%9ERET%C4%B0M%20KURUMLARI%20STANDARTLAR%20Y%C3%96NERGES%C4%B0.pdf
KKTC Öğretmeler Yasası ( 5/85).