Anadili Yetkinliğinin Ayrıcalığı

Dil Felsefesi - Rasim Bakırcıoglu

Anadili Yetkinliğinin Ayrıcalığı

Dil, duyguları, düşünceleri anlayarak ve anlatarak anlaşmayı sağlamak amacıyla kullanılan sözcükler ya da işaretler toplamından oluşuyor. Açık seçik duyma, düşünme, doğru yargılara varma, dildeki sözcükler ve onların tümce içindeki kullanım özellikleri iyi kavrandığı ölçüde başarıyla gerçekleştiriliyor.

Bu bağlamda, dinleyerek ve okuyarak anlama; konuşarak ve yazarak da anlatım gücünü yetkinleştirmek, en üst düzeyde, anadiliyle sağlanabiliyor. Dil uzmanları, ikinci bir dilin, anadili yetkinliğinde öğrenilmesinin olanaksızlığından söz ediyorlar. Ayrıca anadilini iyi bilmeyenin, hiçbir bilgisine güvenilemeyeceğini ileri sürüyorlar. Toplumsallaşma düzeyinin de belirleyicisi olan tüm duygu ve düşünceler, tüm öğretme ve öğrenmeler de en iyi, anadiliyle ortaya konulabiliyor. Birey, her bilinçli söylem ve eylemini, kendi anadilinin zenginliğinin sınırları içinde, istediği gibi seçtiği ve yapılandırdığı sözcükleri kullanarak dile getiriyor. Ünlü dilbilimci Henry Delocroix’a, “Her sözcük, her söylenişinde yeniden yaratılır.” dedirten, anadilinin bu üstünlüğü olsa gerek

Somuttan Soyuta Gidiş

Çocukta anadili edinimi, doğumla başlıyor; üç dört yaşlarına dek hızla sürüyor. Bu gelişimi açıklayan önemli bir yaklaşım, Jean Piaget’nin bilişsel gelişim kuramıdır. Bu kurama göre çocuk, kavram oluşturmayı, kavramlar aracılığı ile bilgiyi anlama ve edinmeyi, belli evrelerden geçerek gerçekleştiriyor. İlk 2 yılda duyusal-devinimsel evreyi; 2 ile 6-7 yaşlar arasında işlem öncesi evreyi; 6-7 ile 11-12 yaşlar arasında somut işlemsel evreyi (algılama evresini) yaşıyor. Sonraki yaşlarında da büyük oranda, biçimsel-işlemsel evreye (kavram oluşturma ve soyut düşünme evresine) geçiyor.

Görme, işitme, dokunma, koklama ve tatma yoluyla varlık, olay ve olgulara ilişkin edinilen duyumlar anlamlandırarak algılar oluşturuyor. Her algıya bir ad veriliyor. Böylece sözcükler ortaya çıkıyor. Benzer her varlık, olay ve olguya ilişkin çoğalan algılar, beyinde gerçekleştirilen genelleme ve soyutlama işlemiyle birer kavrama dönüştürülüyor. Daha önce belli bir algıyı bildiren sözcükler, bu kez, onlarla ilgili kavramları adlandırıyor. Örneğin, kalem sözcüğü ile başlangıçta, kalem algısı (somut bir kalem) anlatılırken, çeşitli kalemler algılandıktan sonra, algılanan çeşitli kalemlerin her birinde bulunan ortak özelliklerin beyinde bütünleştirip soyutlanması sonucu oluşturulmuş olan kalem kavramı anlatılıyor. Bundan da anlaşıldığı gibi soyut düşünme evresine erişen bireyin dağarcığındaki her sözcük, bir im (işaret) ya da simge özelliğindedir.

Kişi, kendini, başkalarını, yakın çevresini, dünyayı, giderek evreni ve oralarda olup bitenleri, oluşturmuş olduğu kavramlar dizgesi ile anlıyor ve anlatıyor. Bütün bu alanlara ilişkin duygu ve düşüncelerini, akıl yürütme ve yargılama yeteneğini ve davranışlarını, kullandığı kavram (sözcük) sayısının belirleyip sınırlandırdığı tümceler (yargı birimleri) ile gerçekleştiriyor. Tümcelerle paragraflar (düşünce birimleri) oluşturuyor. Düzenlediği giriş, gelişme ve sonuç paragraflarıyla da kısa ya da uzun bir konu bütününü (metni) dile getiriyor.

Sözcük Dağarcığının Varsıllığı

Anlama ve anlatım gücünü yetkinleştirmek, sözcük dağarcığının sürekli varsıllaştırmasına bağlı bulunuyor. Bireyin kendi özgür istek ve istenciyle edindiği her kavram, onun bilgisinin, deneyimlerinin, düşünsel ve duygusal yapılanışının izlerini taşıyor. Kişiye duygu ve düşüncelerini, isteklerini tam ve doğru olarak anlatabilecek yetkinliğini kazandırma, özellikle ilköğretim ve ortaöğretimden bekleniyor. İleri ülkelerde olduğu gibi orta öğrenim görmüş bir gencin, anadilini eksiksiz ve yanlışsız kullanabilecek, duygu ve düşüncelerini rahatça ve doğru olarak anlatabilecek düzeye getirilmiş olması gerekiyor. Bunun gerçekleşmesi ise önce, yeter sayıda nitelikli öğretmenin yetiştirilmesi ve bu öğretmenlerin, öğrenciye okuma alışkanlığı kazandırmaları ile sağlanabiliyor.

Toplum da onu oluşturan bireyler de varoluşlarını en başta dilleriyle kanıtlıyorlar. Çocukta bilinç, dil gelişimine koşut olarak oluşuyor. Birey, toplumsal bir varlık durumuna gelişini davranışlarıyla olduğu kadar da dil yetkinliğiyle ortaya koyuyor. Edindiği bilgilerin büyük bölümünü dolaysız deneyimleriyle; üst yanını da dille birlikte ve dil aracılığı ile edinip özümsüyor. Bununla birlikte bu gelişim, dilin toplumsal düzlemdeki yetkinliğine hiçbir zaman ulaşamıyor. Bundan çıkan sonuç, dilin toplumsal bir olgu oluşudur. Bireyin gerçekleştirdiği yeni adlandırmalar, nitelik ve nicelikler, edimler, toplumsal gereksinim durumuna gelmedikçe, söz düzleminden dil düzlemine geçemiyor.

Anadil

Bir de anadil kavramı vardır. O ise belli dil grupları içinde toplanan ve akraba oldukları kabul edilen dillerin temelini oluşturan ve oluşumları çok eskilere dayanan kuramsal ortak dildir. Örneğin Altay dili; Türkçe, Moğolca, Mançu-Tunguzca için anadil kabul ediliyor. Yeryüzündeki bütün dillerin başlangıçta Hamî, Samî, Hint-Avrupa, Ural-Altay vb. dil ailelerine bağlı olarak bir anadilden ayrılıp parçalanarak türediği ve geliştiği düşünülüyor. Anadil, daha geniş anlamıyla dil türeyişi kuramlarından kimilerine göre, bütün insanlığın ilk ve tek kaynak dilidir. Modern dilcilik ise artık klasik dilciliğin kuramlarıyla uğraşma yerine, dillerin oluşumlarından sonraki durumlarıyla ilgileniyor.

Dil Devrimi ve Türkçenin Varsıllaşması

Türkiye’de yaşayanların büyük çoğunluğunun anadili olan Türkçede kullanılan Türkçe sözcük sayısında, dil devriminden sonra baş döndürücü bir hızla artış oldu. Dil devrimi karşıtlarının konuşmalarında ve yazılarında bile Türkçe sözcük egemenliği görülmeye başladı. Yazı dilimizdeki Türkçe sözcük oranını Dağlarca gibi ozanlarımız; Tahsin Yücel gibi romancılarımız, yüzde 90’ın üzerine taşıdılar. Örneğin, Yücel’in Yalan adlı romanında kullanılan Türkçe sözcük oranının, yüzde 95’i aştığını görüyoruz. Bu olgu, Türkçedeki özleşmenin, birey düzeyini aşarak toplumsal bir süreç niteliği kazandığını kanıtlıyor.

Bu başarıda en büyük pay, elbette Atatürk’ün kurduğu Türk Dil Kurumu ile onun amaçları yönünde büyük çaba gösteren yazarlarımızın ve aydınlarımızındır. Sınıflarında adsız kahramanlar olarak dilimizin gelişimine bilinçle, dirençle emek veren öğretmenlere de çok şey borçluyuz elbette. Bütün bu başarılar, Türkçemizin yeterli bir bilim, sanat ve kültür dili olma yolundaki hızlı gelişimini ortaya koyuyor.

Emin Özdemir’in dediği gibi “Tekil örnekleri bir yana bırakarak, bugüne değin, dilbilimcilerimizin önemli bir bölümü, toplumsal bilimlerde, doğal ve deneysel bilimlerde, yeni yeni sözcükler türetmeye ve kavram katmanları yaratmaya uğraşmışlardır. Bunun kanıtı, kapanışına değin, Türk Dil Kurumunca yayımlanan ve sayıları 50’yi aşan terim sözlüklerinde, 80 bine yakın terime, Türkçe karşılık bulunmuş olmasıdır.”

Günümüzde bilim, sanat ve teknikbilim alanlarında hızla üretilen kavramları Türkçede bizim de üretmemiz gerekiyor. Bilişim dili, nasıl Köksal’ın çabası ve katkısıyla Türkçeleştirildiyse öbür alanlardaki kavramlara Türkçe karşılıklar bulma çabasını da öyle sürdürmeliyiz. Çünkü dilimizi korumak ve geliştirmek, kültürel varlığımızı ve ulusal bağımsızlığımızı korumakla eşdeğerdedir.

Türkçede karşılığı bulunan Osmanlıca sözcükleri nasıl söküp attıysak ve atmayı sürdürüyorsak, öbür yabancı dillerden dilimize sokulan sözcükleri de öyle geri püskürtmek zorundayız. Bu konuda başta aydın ve yazarlar olmak üzere tüm yurttaşların duyarlı davranma sorumlulukları vardır.